
Geçenlerde okumaya başladığım Afşar Timuçin in kaleme aldığı, aşk fikrine yarı-felsefi yaklaşan, soran-sorgulayan kitabı Aşkın Diyalektiği son günlerdeki gündemimi oluşturuyor. Yer yer kitaptan alıntılar yaparak aşkı ve etkileşimli meselelerini anlamaya çalıştığım biçimiyle fikirlerimi tartışmaya açmak ve sizlerle paylaşmak istiyorum. Aklıma takılan yeni şeyler oldukça yazmaya devam edeceğim şimdilik konun ilk kısmıyla bir an önce açılışı yapmak istedim.
Alfred Fouillé şöyle der : " Erkeğin kadın karşısında, sevgilinin sevgili karşısında duygusallığı tüm toplumsal belirleminden bağımsız olarak vardır : bu duygu bir insanın bir insana aşkıdır ama topluma olan aşkı değildir, seven kişi bazen topluma başkaldırır. Bu anlamda bir annenin çocuklarına olan aşkından da sözedilebilir. Her ne kadar çocuklar kendi açılarından gelecek toplumu temsil ediyor olsalar da annenin çocukarda sevdiği her şeyden önce toplum değildir : anne çocuklarını sever, çünkü onlar onlardır, çocuklardır. Kişilerarası ilişkiler zorunlu olarak toplumsal değildir. "
Aşk bütünüyle sevgiyi içinde barınıdırır ancak sevgiden daha çok bir şeydir. Bu açıdan bakıldığında bir annenin çocuğuna duyduğu his aşktan çok sevginin bir biçimi olarak adlandırılmalıdır. Aşk bir zaman gelir biter. Bitmiş aşklar vardır ancak bitmiş anne sevgileri yoktur. Ancak buradaki belki de en önemli nokta aşkın bir karşı-toplumsallık olduğudur. Aşk kendini bir gerçeklik olarak ortaya koyduğu yerde toplumdaki sınırları tanımaz. Toplumsal önyargılara aldırış etmez. Ataol Behramoğlu "Aşk iki kişiliktir." derken ne güzel ifade etmiştir aşkın değişmez yasasını.
" Aşk bütün boyutlarda tartışmasız benimsemedir. " diyor kitap. Kesinlikle katılıyorum. Aşk tartışmadan sevgiliyi sorgulamdan katıksız bir yüceltme ve kabul etme eylemini barındırıyor kendi içinde. Çoğumuz aşık olduğunda sevgilinin hatalarını, eksikliklerini görmezden gelecek; hatta üstünü örtmeye çalışacaktır. Bu pekala aşğın gözünde geçerli ve gerekli bir davranış olacaktır. O herşeyden üstün, herşeyden daha güzel bir yerdedir ve herşeyin en iyisini hakedecektir. Ve yine " Her aşık kendine ve başkalarına karşı bir -elimde değil- formülü geliştirecektir." Peki bu "Kendinden çıkmak mıdır yoksa kendine yenilmek midir? " diye soruyor yazar bize. Çoğumuz buna kendine yenilmek diye yaklaşacaktır cevabı duyar gibi oluyorum. :) Dışından bakıldığında güçlü karakterler için kendine yenilmek bir şeylerin arkasına gizlenmek acizliğin bir göstergesi gibi gözükmekle beraber bence -elimde değil- formulü kendine yenilmeken çok kendinden çıkmaya daha yakın duruyor. Aşık sevgili için herşeyi göze aldığı gibi en ufak bir tartışmada bile sinmeyi tercih edebilecek durumdadır. Sahip olduklarını herhangi bir zamanda ve yerde yermeye, yerle bir etmeye hevesli olmazken; sevgili söz konusu olunca değerlerini görmezden gelmeye boyun eğer olması bir delilik değil mi ki? Bu da bence kendinden çıkmasına en güzel kanıt olacaktır.
Şimdilik yazıyı kitapta en sevdiğim kısımlardan biriyle : " Aşkın alanı olağanüstülerin alanıdır. Yaşamda herşey olağana göre düzenlenmiştir, buna göre olağanüstünün uzun süre kendini sürdürme şansı yoktur." yaklaşımıyla bitirmek istiyorum. Yazar bunula bizi aşkın er geç sonlanacak bir yanılgı olduğunu düşünmeye ve bu gerçekle yüzleşmeye sevkediyor olmalı. "Yaşanmışı hiçbir şey gideremez ve geri getiremez. Sönmüş bir ateş sönmüş bir ateştir bitmiş bir aşk bitmiş bir aşktır." Aşk bittiği yerde artık olağana dönüşmüştür; bitmese bile belli bir noktadan sonra aşık yorulmuş ya da bir şeylere alışmıştır. Onu geri getirmek, yeniden yaşamak olanaksızdır. Onu yeniden olağanüstü kılmak ise hiç olası değildir. Onu belki de beklemediğiniz bir anda tesadüfsel bir süreçte yakaladınız ve bir daha aynı koşullarda aynı durumla karşılaşmak; yine kıvılcımı bir yangına dönüştürmek elinizde olmayabilir. İşte aşkın elinizden kayıp gitmesi böyle bir şey. "Aşk da ateş gibi sürekli bir devinim olmadığından varlığını sürdüremez, ummak ve korkmak bitti mi aşk da biter." demiştir La Rochefoucauld. Ancak herşeye rağmen aşk bize verdiği sonsuzluk duygusuyla çekicidir. Aşkı belli bir süre ayakta tutan temellerden biri de işte bu inancın ta kendisidir. Öyleyse sonun düş kırıklığı olması aşkın güzelliğini yitirmesine sebep olmamalıdır değil mi??
Devam edecek...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder